İçindekiler

Palais Garnier hakkında yazmış olduğum bu yazıyı okumadan önce, benim bu binayı araştırırken dinlemiş olduğum müziklerden birkaçını dinleyerek kendinizi binanın ve Paris’in büyülü atmosferine kapılmaya hazırlayın! Hazırsanız, yazımızın keyfini çıkarmaya bakın!

Palais Garnier’in yapılış süreci kısaca şu şekilde gelişmiştir:

14 Ocak 1858 tarihinde bir grup İtalyan ayaklanmacının III. Napolyon’a düzenledikleri suikast neticesinde yüzden fazla kişi yaralanmış ve ona yakın insan ise maalesef ki hayatını kaybetmiştir. Bu suikast, suikastın yapıldığı noktanın yakınlarında bulunan ve ahşaptan yapılmış eski opera binasının yanarak çok büyük hasar almasına sebep olmuştur. Suikasttan eşiyle birlikte yaralanmadan kurtulan III. Napolyon, bu talihsiz olayın üzerine eski opera binasının yerine bir yenisinin inşa edilmesine karar vermiş ve böylelikle Opera Garnier olarak da bilinen Palais Garnier’in yapımına en kısa sürede başlanması kararı alınmıştır. Palais Garnier, Paris’in yeniden yapılanmasında ve günümüzdeki haline gelmesinde çok büyük katkıları olan III. Napolyon’un bu şehre yapmış olduğu en güzel katkılardan biri olmuştur.

palais garnier

Bu önemli ve sembolik binanın yapımı için mimar seçme amacıyla 29 Aralık 1860 tarihinde bir yarışma düzenlenmiş ve yarışmanın jüri başkanlığına Napolyon Bonapart’ın oğlu Prens Walewski seçilmiştir. 30 Mayıs 1861 tarihinde Charles Garnier’in de içinde bulunduğu 171 mimarın katıldığı yarışmanın kazananı, elbette binanın isminden de anlayabileceğimiz üzere, henüz 36 yaşında genç bir mimar olan Charles Garnier olmuştur. Yapı yaklaşık 14 yıl içinde inşa edilmiştir, 1875 yılında inşaatı tamamlanmıştır.

Paris’in sembollerinden biri haline gelmiş, adeta canlı gibi görünen heykelleriyle Paris’i süsleyen ve bizlere görsel bir şölen sunan bu eserin Charles Garnier’in ilk çalışması olduğuna inanmak epeyce zordur.

Palais Garnier’in Mimarisi

Paris Operası, Garnier Opera Binası gibi farklı isimlerle anılan ve Paris’teki Eklektik Mimari’nin sembolü niteliğindeki eser, 16 Ekim 1923 tarihinde Fransız Tarihi Anıtlar kategorisindeki yerini almıştır. 19. yüzyılda çok yaygın bir biçimde görülen Eklektisizm, farklı felsefe veya sanat sistemlerinden alınan unsurların yeni bir sistem içinde yeniden kullanılmasıdır. Eklektik Mimarinin yanında Barok Mimarisinin izlerini de barındıran eserin yakın çevresinde ağaç bulunmamaktadır. Bunun nedeni ise suikastın bir ağacın tepesi üzerinden gerçekleştirildiğinin tespit edilmesidir. Bazı rivayetlere göre Napolyon benzer bir olayın bu binaya da zarar vermesini istemediği için binanın yakınlarına ağaç diktirmemiştir. Ayrıca binanın Prusya savaşlarından kalma bir hapishane ile bina yapımına karar verildikten sonra sarnıçlarla kontrol altına alınan bir yeraltı gölünün üzerine inşa edilmiş olduğu bilinmektedir.

Nefes kesen bir güzelliğe sahip olan Palais Garnier, aynı zamanda içinde Opera Kütüphanesi Müzesi olarak da bilinen Fransa Milli Kütüphanesi de bulunmaktadır. Kütüphane kısmı, yapının kalanıyla tezat oluşturacak derecede mütevazı tasarlanmış, ahşap döşemelerin ve rafların hakim olduğu, insanın içini ısıtan oldukça sade bir bölüm olarak tasarlanmıştır. Tiyatro tarihinin 300 yıllık geçmişinin arşiv kaydını bulunduran kütüphanenin müze galerisinde ise çok zengin bir resim ve fotoğraf koleksiyonu bulunmaktadır. 172m uzunluğunda ve 124m genişliğiyle Avrupa’nın en büyük tiyatrosu olan eser, dönemin en ihtişamlı yapılarından biri olarak kraliyetin gösterişe düşkünlüğün de bir göstergesidir. Charles Garnier binanın yapımı sırasında 73 heykeltraşa ve 14 ressama yönlendirmelerde bulunmuştur. Binanın özelikle opera salonu bölümü dönemin karakteristik renklerinden olan kırmızı ve altın renklerinde süslenmiştir.

Binanın bu cephesi de diğer cepheler gibi heykellerle donatılmış ve bu eserin mimarı olan Charles Garnier için bir büst yapılarak Garnier’in anısının ölümsüzleşmesi sağlanmıştır. Binanın en üst kısmının etrafındaki detaylar ve süslemelerde kullanılan heykellerin birçoğu altın kaplama yapılarak daha canlı ve zengin bir görünüm elde edilmiştir. Çatıdan göğe uzanmakta olan, altın sarısı renkleriyle gözlerimizi kamaştıran bu heykeller başlı başına birer sanat eseri olarak binanın büyülü görünümünü artırmış ve bizlere görsel bir şölen sunmuşlardır.

Büyük Merdiven (Grand Escalier)

Büyük Merdiven olarak bilinen ve giriş kısmında bu bölüm ise devasa merdivenleri, şamdanları tutan heykelleri ve de tavandaki ince işçiliği ile ziyaretçileri içeriye adım attıkları anda büyülemektedir.

Abdülaziz’in de bir zamanlar opera seyrettiği Palais Garnier’de temsil izleyecekseniz ana kapıdan girmeniz gerekmekte. Binanın diğer girişi ise ana cephenin sol tarafından yer alan kısmı turistik geziler için kullanılmakta ve hem turistik gezi biletlerine hem de gösteriler için satılan biletlere buradan ulaşabilmeniz mümkün. Üstünde sayısız ince işçilik barındıran hem iç tasarımıyla hem de içerisinin atmosferiyle bir başyapıt niteliğinde olan Palais Garnier’e hayran kalmamak elde değil doğrusu. Üst katlara çıkıp temsil salonunu görebilir ve şanslı gününüzdeyseniz içeride bir provayla bile karşı karşıya kalabilirsiniz. Eğer bir gün buraya yolunuz düşer de bir sergiye denk gelirseniz orijinal sahne kostümlerini görebilme ve binanın önünde konser vermekte olan sokak sanatçılarıyla bu atmosferin tadını çıkarma imkanına sahipsiniz!

Zamanla Fransa‘nın başkenti Paris‘in gözbebeği haline gelen ve 1989 yılına kadar şehrin ana opera salonu olarak kullanılmakta olan Palais Garnier, modern bir opera binası olan Bastille Opera Binası’nın açılışının ardından operadan çok bale gösterilerine ev sahipliği yapmaya başlamış ve zamanla opera binasından ziyade bale gösterilerinin sahnelendiği bir müze haline gelmiştir. O dönemde yalnızca “Opera” olarak hafızalara kazınan binanın adı, Bastille Opera Binası ile karıştırılmaması adına Palais Garnier olarak anılmaya başlanmıştır.

Büyük Fuaye (Grand Foyer)

Binanın en etkileyici bölümlerinden biri olarak da bilinen fuaye bölümü, bizlere Versay Sarayı‘nın aynalı salonunun küçük bir versiyonunu anımsatmaktadır. Kristal avizelerle süslenmekle kalmayıp altın sarısı rengine boğulmuş bu bölüm, tavan resimleri ve küçük altın sarısı heykelciklerle bütünlük sağlamaktadır. Dilerseniz fuaye bölümünden balkona çıkabilir ve Opera Meydanı’nı farklı bir açıdan seyredebilirsiniz.

Büyük Fuaye’de Ufak Bir Gezinti

Temsil Salonu ve Marc Chagall

Bu devasa ve göz kamaştırıcı salon, devasa opera binasının sadece çok küçük bir kısmını oluşturmaktadır. Girişteki ana merdivenler ve üst kattaki fuayeden sonra bizleri tüm ihtişamıyla temsil salonu karşılamaktadır. Salonda bulunan sahnenin bir de sahne arkası mevcuttu ve bu derinlemesine giden bölüm, hareketli dekorların değiştirilebilmesi için çok büyük ve çok yüksek olacak şekilde inşa edilmiştir. 2000 kişinin ağırlanabildiği dünyanın en gösterişli opera salonlarından biri olan bu salonun 450 kişilik sahne bölümü, 52 m genişliğe 60m yüksekliğe ve de 37 m derinliğe sahiptir.

Fotoğrafta görmüş olduğumuz sekiz ayrı kolon tarafından desteklenen kubbedeki tavan freski, dokuz çocuklu Yahudi bir ailenin ilk çocuğu olarak 7 Temmuz 1887 tarihinde Rusya’da dünyaya gelmiş ve birçok başarıya imza atmış olan ünlü ressam Marc Chagall tarafından 1964 yılında yapılmıştır. Öncesinde bir başka sanatkar olan Eugène Lenepvue tarafından boyanan günümüzde ise Marc Chagall imzası taşıyan temsil salonunun göz alıcı tavanı, bir mimarlık harikası olarak anılmaktadır. Chagall tarafından rengarenk boyanmış modern görünümlü mermer tavan, 6 ila 7 ton ağırlığında zarif bir avize ile salonda eşsiz bir atmosfer yaratılmasına katkıda bulunmuştur.

Changall bu resmi yaparken söylentilere göre 14 ünlü sanatçının eserlerinden ilham almıştır. Kuğu Gölü Balesi bu ilhamların en çok bilinenlerinden birisi olmuştur. Marc Chagall’ın çalışmalarını kategorize etmek epeyce zor olmuştur. I. Dünya Savaşı öncesinde Paris’te daha çok avantgart akımlarda eserler vermiş fakat sanatı dönemin kübizm ve fovizm gibi popüler sanat akımlarına daha yakın görülmüştür.

”Yaşamımızda, tıpkı bir ressamın paletinde olduğu gibi tek bir renk vardır ve bu renk yaşamın ve sanatın anlamıdır. Sevginin rengini kastediyorum.”

Marc Chagall

Chagall, 1909 yılında gelecekteki eşi Bella Rosenfeld’e aşık olmuş ve daha sonra sanat camiasına daha yakın olmak amacıyla Paris’e taşınmıştır. 1914 yılında nişanlısı Bella ile evlilik kararı almış ve bu evliliğin sonucunda da Ida isminde bir kız çocukları dünyaya gelmiştir. I. ve II. Dünya Savaşlarına tanıklık etmesiyle birlikte ülkeden ülkeye savrulan, gittiği her yere sanatsal izler bırakmaya çalışan sanatçı; 2 Eylül 1944’te resimlerine ilham veren biricik hayat arkadaşı Bella Rosenfeld’in ölümüyle birlikte depresyona sürüklenmiş ve bu depresyondan Virginia Haggard’la tanışması sonucu ile zor da olsa kurtulmuştur. Bir süre sonra ikilin oğulları Davis dünyaya gelmiştir. Sanatçı, bu dönemlerde renklerin canlılığından faydalanarak daha hayat dolu eserler üretmeye ve kendini sanata adamaya devam etmiştir.

1952 yılında ise “Vava” olarak hitap ettiği Valentina Brodsky ile ikinci evliliğini yapmış ve bu yıllarda Kudüs’te bulunan bir hastanesinin camlarını boyamayı kendine iş bilmiş, Altı Gün Savaşı’nın patlak vermesiyle birlikte İsrail’e zarar gelmesinden büyük endişe duymuş ve aynı konulu bir mektup yazarak bu durumu belirtmiştir. Şans Chagall’dan yana olmuş ve camlar savaş sırasında hasar almamıştır. Chagall, 28 Mart 1985 tarihinde 97 yaşında iken Fransa’da, Saint-Paul de Vence’de hayata gözlerini yummuş ve bir asıra yakın yaşamı boyunca sanata kendini adayanlardan olmuştur.

Operadaki Hayalet Nasıl Ortaya Çıktı?

Şarkılara, filmlere, çeşitli sahne gösterilerine ve hatta çizgi filmlere bile konu olmuş Gotik Edebiyatın başyapıtlarından olan the Phantom of the Opera; günümüze kadar taşınmış, etkisini hala sürdürmekte olan bir eserdir. Fransız gazeteci ve polisiye yazarı Gaston Leroux, Palais Garnier’e yaptığı bir ziyarette yapıdan fazlaca etkilenmiştir ki bu eserin etkisiyle bambaşka bir eser ortaya koymuştur. Palais Garnier’in bir hapishane üzerine inşa edilmesini ve 20 Mayıs 1896’da bir kişinin ölümüne ve birçok seyircinin yaralanmasına sebebiyet veren avize kazasını oldukça gizemli bulan yazar; binanın bir labirenti anımsatan bodrumlarına kadar inmiş, zifiri bir karanlığın içinde hücreler ve bir yeraltı gölü bulunmakta olan Operanın her noktasını gezmiştir. Leroux, trajik avize kazasını da içinde barındıran ve Palais Garnier’i ziyaretinden sonra kaleme aldığı kitabını 1909 yılında tamamlamıştır.

”Hayatlarımız koca bir maskeli balodan ibaret.”

Gaston Leroux, Operadaki Hayalet

Böyle bir kazanın yaşanmış olduğu konusunda herkes hemfikir fakat çok şahibeli bir kaza olarak bilinen avize kazası hakkında pek fazla bilgi bulunmamakta. Bir soruşturmanın başında olayın bir suikast olduğu düşünülse de çatıda başlayan bir yangın sonucunda elektrik kablolarından birisinin kısa devre yapıp alevlenerek avizeyi tavana tutturan sekiz ayağın birisini erittiği ortaya çıkmıştır. Eridikten sonra düşen ayağın Opera Salonunda 11 ve 13 numaralı koltuklarda oturmakta olan anne ve kızının üzerine düşmesiyle birlikte 770 kiloluk demirin altında kalan anne oracıkta can vermiştir.

Kimi kaynaklara göre ise bu kazada avizenin tamamının yerinden koparak salonun ortasına düştüğü söylenmektedir. Fakat bu kaza sonucu sadece bir kişinin öldüğünü varsayarsak avizenin tamamının düştüğünü düşümek pek de mantıklı görünmemekte.

”Bütün dünyayı içine alacak kadar büyük bir kalbi varken bir mahzenle yetinmek zorunda kaldı. Ah, evet, acımalıyız Opera Hayaleti’ne.”

Gaston Leroux Operadaki Hayalet

Yazar bu eseri ortaya koyarken sanatçıların giyinme odasında dolanmakta olan kederli bir hayaletin olduğu söylentilerinden de ilham almıştır. Operadaki Hayalet’in gerçek olduğu yönündeki iddialarını son nefesine kadar sürdürmüş ve bu eseri Palais Garnier’de yaşanan gerçek bir olaydan esinlenerek yazdığını dile getirmiştir. Yayınlandığı dönemde çok ilgi görmeyen kitap, Andrew Lloyd Webber tarafından müzikale uyarlanması üzerine büyük ilgi toplamıştır. 6 Mayıs 1868 yılında Paris’te dünyaya gelen Leroux, hukuk eğitimi aldığı yıllarda Alexandre Dumas ve Victor Hugo’dan etkilenmiştir. Leroux, 15 Nisan 1927´de küçük bir operasyonun ardından zehirlenerek ölmüş ve Nice yakınlarındaki Castle Cemetery´e gömülmüştür. Yarım kalmış romanı ile sessiz sedasız bir şekilde hayata veda etmiş fakat Operadaki Hayalet ve yazdığı diğer eserler sayesinde hala bizlerle birlikte yaşamaktadır.

Paris Operası Grevde!

2019 yılının Aralık ayında, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanel Macron’un 17. yüzyıla kadar uzanan özel bir emeklilik planına sahip olan opera sanatçılarının emeklilik yaşını 42 den 64’e artırması sebebiyle “Kültürümüz Tehlikede” ve “Paris Operası Grevde” pankartları açılarak bir grev başlatılmış, Çaykovski’nin ünlü eseri Kuğu Gölü’nden bir kesit sunarak greve katılan balerinlere daha sonrasında Paris Senfoni Orkestrası eşlik etmiştir.

Diğer yazılarımıza buradan ulaşabilirsiniz.

Bizimle iletişime geçin!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir